Rus Edebiyatının bir mihenk taşı olan Tolstoy’u genelde “Savaş ve Barış” ile “Anna Karenina” adlı hala popülerliğini koruyan klasik romanlarından tanırız. Fakat Tolstoy’u sadece bu iki kitabın arasına sıkıştırıp anlamaya çalışmak büyük bir eksikliktir. Bu eksikliği giderme adına amacım uzun uzadıya bir biyografi yazmak veya kıyaslama yapmak olmayıp yazarın iç dünyasına, dünya görüşüne ve ideallerine inerek yazarı ve eserlerini daha iyi anlama adına yeni bir yaklaşım açısı geliştirmeye çalışmaktır.

Tolstoy’un fikirsel dünyasını anlamak için okunması gereken ilk eser kanaatimce kendi yazdığı “İtiraflarım” adlı kitabıdır. Eserde yazar kendisini de içinde, insanlarının maddi-manevi dünyalarına dair açıklamaları ve kendi içsel çelişkilerini sade bir şekilde dile getirir. Felsefi görüş olarak A.Comte’un pozitivizminin baskın olduğu H.Spencer, A.Schopenhauer ve I.Kant gibi filozofların eserlerinin yanında doğa bilimlerinin de gelişmesiyle Darwin, A.Lavoisier, Buffon ve A. von Humbolt gibi bilim insanlarının yaptıkları çalışmaların da yakından takip edildiği Avrupa’da çok sayıda genel geçer bilgi değişmeye başlamış, bir taraftan da Fransız İhtilali’nin etkileri sürmekte olup Saint Simon, Marx ve Roussau’nun fikirleri toplumsal dinamikleri daha da sarsmıştı. Bu sarsıntıdan Rus İmparatorluğu’da nasibini almıştı. Üretim araçlarının gelişip endüstrileşmeyle beraber Gogol’ün Ölü Canlar adlı eserinde de çarpıcı bir şekilde anlattığı Rus feodal yapısı değişmeye ve sanayinin öncülüğünde yeni işçi sınıfı oluşmaya başlamış, yoksulluktan ve savaşlardan bıkmış halkta da yer yer ayaklanmalara varan sosyal olaylar gittikçe yaygınlaşmıştaydı. Buna paralel olarak da şiddetin dozu her geçen gün artıyordu.

Tüm bu fikir bombardımanı ve toplumsal değişme içinde Tolstoy’da herkes gibi sığınacak bir liman aramaktaydı. Yer yer nihilizme ve ateizme kadar giden iç dünyasındaki savaştan en sonunda resmi kiliseleri ve doktrinlerini reddedip sadece İncili ve İsa peygamberin hayatını ele alıp merhamet duygusu temelinde anladığı ve yorumladığı dini görüşüne, Henry D. Thoreau’nun sivil itaatsizlik ve Henry George’un mülkiyet görüşlerini de katarak oluşturduğu, bugün Hristiyan Anarşizmi olarak bilinen fikri ve eylemsel noktaya gelmiştir. (Klasik Anarşizm her türlü otoriteyi reddederken Hristiyan Anarşizmi, Tanrı haricindeki otoriteleri kabul etmez.) Buna paralel askerlik üzerine vicdani ret kavramını da tartışmıştır. “Tanrı’nın egemenliği içinizdedir” ve “ Askerlik Üzerine”  adlı eserlerinde de bu konulara daha da açıklık getirmeye çalışmıştır.

Ömrünün son dönemlerine doğru olgunlaşan fikirlerini müteakip elindeki tüm mal varlığını topraksız köylülere dağıtarak mülksüz bir hayata geçiş yapmıştır. İnsanoğlunun haksızlıklara karşı mücadelesinde de şiddeti reddederek tam bir Pasifizmi savunmuştur. Daha sonra Mahatma Gandhi’nin Hindistan’ın Britanya sömürgeciliğinden kurtulma sürecinde takip ettiği yöntem, meşhur Tuz Yürüyüşü de dahil bu felsefe üzerindedir.

Yazar: Mustafa Angun (Kıymetli yazarımıza bu değerli yazısından dolayı teşekkür ederiz.)